20120507

* Bulgurla nohut birlikte yendiğinde ete eşdeğer protein sağlıyor!

Bulgurla nohut birlikte yendiğinde ete eşdeğer protein sağlıyor!

Mine Şenocaklı - msenocakli@gazetevatan.com
Mine Şenocaklı
TEMA Vakfı Bilim Kurulu Üyesi Prof. Kenan Demirkol

Dünyada 7 milyar insan, 7 milyar da büyükbaş hayvan var. Sakın aklınıza yemyeşil meralarda otlayan inekler gelmesin. Bu hayvanların çoğu kapalı ortamlarda, gün ışığı bile görmeden yetiştiriliyor. Biz insanlar beslenelim diye... Hayvan kendi ekseninde dahi dönemeyecek durumda, daracık bir bölümde tutuluyor. Ve yorulunca olduğu yere çömeliyor. Çömeldiği yer neresi? Daha önce dışkısını yaptığı yer! Oraya memelerini gömüyor. O yüzden sütte hastalık yapıcı bakteri oluşuyor...

Ama daha önemlisi hiç hareket imkanı olmayan, sürekli ayaklarına dışkısını yapan bir hayvan, ayaklarını kendi pisliğine gömmek zorunda olduğu için, memelerini de yatarken o pisliğe gömdüğü için, tırnak ve meme iltihabından ölmesin diye ona sürekli antibiyotik vermeniz gerekiyor! Ben bir ineğin sadece protein kaynağı olarak görülmesine çok üzülüyorum. Peki ama bizim bu kadar hayvansal proteine ihtiyacımız var mı? Yok! Sütle, yumurtayla da hayvansal protein alabiliriz!

- Dünkü bölümde, “Yanlış tarım politikalarıyla 60 yılda erozyona topraklarımızın yarısını verdik. Küresel ısınmanın etkileri ortaya çıkmadan heba edilen bu. Şimdi bir de çölleşmeyle karşı karşıyayız. Böyle giderse 40 yıl sonra Anadolu’da tek sap maydanoz yetişmeyecek” dediniz. Peki ne yapmak lazım?

Küresel ısınmanın ciddiyetinin vurgulanması, daha da önemlisi küresel ısınmanın sadece bir karbondioksit emisyon artışı olmadığının, hatalı tarımsal uygulamaların da küresel ısınmaya yol açtığının vurgulanması lazım.

- Dün pirinç üretiminin küresel ısınma üzerindeki etkilerine dikkat çekmiştiniz... Tek bir pirinç tanesinden 3 bin pirinç elde edildiğini, yani bire 3 bin verim alındığını, ama pirincin çamurda yetiştiğini, bu yüzden de oradaki bakterilerin yarattığı metan gazının küresel ısınmaya etkisinin yüzde 7 olduğunu anlatmıştınız. Peki ya hayvan besiciliğinin etkisi ne?

Toplamda bakıldığında metan gazının küresel ısınmada yüzde 25 payı var. Mesela hayvanları siz bugünkü gibi endüstriyel tarzda yetiştirdiğiniz zaman ortaya çıkan metan gazı, merada otlayan hayvana göre çok daha fazla oluyor. Yani hayvancılığı sadece birebir insanların sağlığı açısından değil, çevre sağlığı açısından da yeniden meralara taşımamız gerekir.

- Neden endüstriyel hayvancılıkta metan gazı daha fazla çıkıyor?

Metan gazı özellikle geviş getiren hayvanların ağzından çıkan bir gazdır. Hatta hayvan iyi havalandırılmamış bir ortamda tutuluyorsa kendi çıkardığı metan gazından zehirlenir. Mısır silajı, pancar küspesi gibi nişasta veya şeker ağırlıklı beslenen hayvanlarda metan gazı oluşumu çok daha fazla olur. Bu da küresel ısınmanın önemli etmenlerinden biridir. Pirinç üretiminin iki katı kadar metan gazı da bu şekilde oluşmaktadır. Şunu düşünürseniz boyutlarını çıkarabilirsiniz zaten; dünyada insan sayısı kadar büyükbaş hayvan var.

- Yenmek üzere bakılan, yetiştirilen yani?

Evet. 6-7 milyara yakın büyükbaş hayvan var. Bir kere, bu kadar hayvansal gıdaya ihtiyaç var mı dünyada diye sormamız lazım.

- Bu soruyu da soralım ama Yavuz Dizdar’la tarım ilacı ve kanser ilişkisini konuşurken, konu tavuk üretimine gelmişti. Dizdar, tavukların adeta tarladaki patatesler gibi hiç hareket ettirilmeden, antibiyotik ve hormon verilerek yetiştirildiğini anlatmıştı. O yazıyı okuyanların çoğu antibiyotik ve hormon konusuna takılmıştı. Tavukların nasıl bir işkenceyle büyütüldüğüne aldırış eden neredeyse yok gibiydi...

Ben “İnek” diye bir roman yazmaya çalıştım ama beceremedim. Orada bir buzağının anne karnından çıktığı dakikadan itibaren nelere maruz kaldığını anlatıyordum. Şöyle düşünün; süt çok değerli olduğu için buzağı on gün içinde annesinin yanından ayrılıyor ve bir daha da annesinin yanına gitmesine izin verilmiyor. Annesinin sütüyle değil, soya sütüyle besleniyor. Çünkü annesinin sütünün satılması gerekiyor. Anne de, buzağı da birbirinden ayrıldıkları için günlerce, hatta haftalarca ağlıyor. Şunu hep unutuyoruz, o buzağı ve ineğin de bir duygusu var. Yani sadece insanların duygusu yok. Hayvanlar karanlık ortamlarda, hiç gün yüzü görmeden yetiştiriliyor. Biz insanlar beslenelim diye... Hayvan kendi ekseninde dahi dönemeyecek, daracık bir bölümde tutuluyor ve yorulunca olduğu yere çömeliyor. Çömeldiği yer neresi? Daha önce dışkısını yaptığı yer! Oraya memelerini gömüyor. O yüzden sütte hastalık yapıcı bakteriler oluşuyor. Bu bakteri kanıtlanmasın diye de hayvana antibiyotik veriliyor.

Merada otlayan hayvanın sütünde mikrop olmaz!

- Sütü de bu yüzden UHT oluyor?

Evet. Ama daha önemlisi, meme ve tırnak iltihabı olmasın diye, çünkü bu hastalıklar öldürücü olabilir, hiç hareket imkanı olmayan, sürekli ayaklarına dışkısını yapan bir hayvan, ayaklarını kendi pisliğine gömmek zorunda olduğu için, memelerini de yatarken o pisliğe gömdüğü için, hayvana sürekli antibiyotik vermeniz gerekiyor. Bakın merada otlayan hayvanın sütündeki bakteri sayısı ahır hayvanına göre 10 bin kat daha az. Yani normalde sütte mikrop olmaz. Çünkü serbest dolaşan bir hayvan hiç kendi pisliği üzerine yatar mı? Ama ahır hayvanlarına bakın, her tarafı tezektir. Oysa dışarıda dolaşan hayvanın üstünde tezek göremezsiniz. Çünkü kendi pislediği yere yatmaz ki hayvan!

- Para kazanacağız diye nasıl bu kadar vahşi, vicdansız, bilinçsiz olabiliyoruz? Sonuçta o yediğimiz et de, içtiğimiz süt de fayda değil zarar getiriyor. Bir sürü hastalıkla boğuşuyoruz...

Bu işte vahşet var, bir de bizim bu kadar çok hayvansal proteine ihtiyacımız var mı?

- Benim bildiğim her gün, neredeyse her öğünde yemeğe gerek yok. Peki ne kadar kırmızı et yemek yeterli olur?

İşte bunun bir araştırması yok. Bir kere bize tıp Amerika’dan geliyor. Ne yazık ki biz Amerika’nın bize dayattığı bilgilerle hastalarımızı tedavi ediyoruz veya önerilerde bulunuyoruz. Ama şunu unutmayalım ki, Amerika dünyanın en büyük büyükbaş hayvan üreticilerinden biri. Amerikan tıp kitaplarının önerisine göre günde 70-100 gr kadar hayvansal protein almamız lazım. Tamam da acaba Amerikan kitapları Amerika’nın dünyanın en büyük büyükbaş hayvan üreticilerinden biri olmasından etkilenerek mi bunu öneriyor?

- Peki hayvansal protein derken illa kırmızı et mi yemeli miyiz?

Sütle, yumurtayla da alabilirsiniz hayvansal proteini. Ayrıca ‘Analı kızlı’ diye bir çorba var; ben herkese bu çorbayı içmelerini tavsiye ediyorum. Çünkü bir baklagille bir tahıl birlikte yendiği zaman hayvansal proteine eşdeğer bir protein elde ediyorsunuz. Analı kızlı Anadolu’nun klasik çorbasıdır. Bulgurdan yapılmış köfteciklerden oluşur, içine nohut katılır. Ya da yeşil mercimekli bulgur pilavı... İçine bulgur katılmış mercimek köftesi... İşte bu gıdalar da ete eşdeğer bir protein sağlıyor.

Mutlaka et yemeliyiz ama...

- İlla da et yememiz gerekiyor mu peki?

Et mutlaka yemeliyiz. Ama niçin? Demir için yemeliyiz. Çünkü demir özellikle zihinsel performans için çok gereklidir. Türkiye’de gençlerin yüzde 50’sinde demir eksikliğine bağlı kansızlık var. Bu tehlikeli bir boyut. Yıllar önce Amerikalı bir bilgisayar şirketi Intel, Türkiye’de çok büyük bir fabrika açmak istedi. Aylarca araştırdıktan sonra “Sizde matematikçi yok” diye terk etti, gitti başka ülkede kurdu fabrikasını. Eğer gençlerin yüzde 50’sinde demir eksikliği varsa tabii ki matematikçi yetişmez. Biz kırmızı eti özellikle demir açısından yemeliyiz.

- Peki demiri et dışında başka hiçbir şeyden alamıyor muyuz?

Maalesef kaliteli demiri et dışında başka bir yerden doğru dürüst alamıyoruz.

- Ispanaktaki demir yetmiyor mu?

Elbette bitkisel kökenli demir de vücuda alınabilmektedir ama ne yazık ki bitkisel kökenli demirin hem emilimi hem de kalitesi hiçbir zaman et kökenli demire yaklaşamamaktadır.

- Öyleyse çocuklar ne kadar et yemeli? Haftada iki-üç gün üçer köfte ya da iki kalem pirzola yeterli midir?

Bunu ezbere söylemek doğru değil. Dediğim gibi, bununla ilgili Sağlık Bakanlığı geniş toplumsal araştırmalar yaptırmalı ve kendi ulusal beslenme politikalarımızı başka ülkelerin araştırmalarına göre değil, kendi ihtiyaçlarımıza göre belirlemelidir.

YARIN: - Kalkanın kilosu 75 lira, yiyemiyorum diye üzülmeyin. Çünkü...
- Meyvedeki tarım ilacı kalıntısının yüzde 40’ını yıkayarak giderebilirsiniz. Peki geriye kalan yüzde 60 için ne yapmalısınız?
 
GAZETE VATAN 

* Uzun boylularda kanser daha fazla görülür!


Mine Şenocaklı
Mine Şenocaklı
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Metabolizma ve Beslenme Bilim Dalı Başkanı Prof. Ahmet Aydın

Süt boyu uzatır! Özellikle de UHT’li, kutu süt... Çünkü içinde büyüme hormonuna benzer bir madde var. Bu sütü içince sizi daha da büyütüyor. Ama unutmamak gerekir ki hızlı büyüme olunca, kanser de hızlı gelebilir! Zaten kanser de en çok uzun boylularda görülür!

- Hocam siz okul sütü projesine karşısınız. Peki öyleyse çocuklara ne verilmeli?

Ben başından beri kutu süte karşı çıkıyorum. Sütü hayvandan sağıp da içiyorsanız, ona bir şey demem. Ama bu pratikte söz konusu olmadığı için süt ısıl işlemden geçiyor. Geçince de, süt süt olmaktan çıkıyor, başka bir şey oluyor. Onun için sütü tekrar mayalamanız, yoğurt yapmanız lazım. Ama niye hep süt diye ısrar ediyorlar? Çünkü yoğurt yapabilmeniz için kaliteli bir süte ihtiyacınız var. Oysa öteki türlü suyu süt tozuyla karıştırıp, beyaz su olarak satabilirsiniz herkese.

- Kutu sütler süt tozundan mı yapılıyor?

Geçen yıllarda Ankara Damızlık Süt Sığırı Yetiştirici Birliği Başkanı Cengizhan Yorulmaz, Dünya Süt Günü’nde herkesi ürpertecek açıklamalar yaptı. Yorulmaz, “Türkiye’ye ‘mama’ adı altında binlerce ton süt tozu giriyor. Çocuklarımıza taze süt diye süt tozu içiriyoruz. Raflardaki sütün yüzde 80’inde süt tozu kullanılıyor. Uzun ömürlü sütler, yoğurtlar, peynirler ve dondurmaların çoğu süt tozundan yapılıyor!” dedi. Durum bu kadar vahim. Türkiye’de sütçülük 2007’nin sonunda krize girdi. Krizin nedeni dünyadaki süt tozlarında çıkan melamin adlı madde. Özellikle Çin’deki süt tozlarında, kansere sebep olabilen melamin çıkmasından sonra Avrupa Birliği’nde süt tozu tüketimi durduruldu. Bunun üzerine Avrupa’da süt tozu stokları arttı ve bunlar bir yolla Türkiye’ye getirildi. Süt ithalatı yapmak yasak ama süt tozu ithal etmek yasak değil. Yine Cengizhan Yorulmaz’dan aktarayım: “Türkiye’ye süt tozu giriyor. Hem de ciddi anlamda. Bakanlık, Dahili İşleme Rejimi adı altında 17 bin ton süt tozu girdiğini söylüyor. Bu miktarı Gümrük Birliği Anlaşması’ndan dolayı zorunlu olarak alıyoruz. Yani 17 bin ton süt tozu resmi olarak alındı. 57 bin ton da resmi olarak ‘hayvan maması’ adı altında alındı. Ben Türkiye’de hiçbir üretici bilmiyorum ki mamayla buzağı beslesin. Ya da 57 bin ton kedi köpek mamasının Türkiye’de işi ne? Ama üzerinde ‘mama’ yazısı olduğunda ithalatta bir sınırlama yok. İşte mama adı altında süt tozu getiriyorlar. Sonra bundan süt yapıp bize satıyorlar. Taze süt diye süt tozu içiriyorlar. Çevrenizdeki insanlara da sorun, kimse marketlerden aldığı sütte, yoğurtta, peynirde eski damak tadını bulamıyor. Toplum yoğurt yemekten tiksinir hale geldi. Yoğurt tüketimi ciddi anlamda düştü. Çünkü katkı çok.”

- Peki ya sokak sütleri? Onlar hiç tehlike taşımıyor diyebilir miyiz?

Kesinlikle hayır! Bazı süt satıcıları sütün içine çamaşır sodası koyarak sütün kesilmesini engelliyor. Çamaşır sodası da tıpkı UHT gibi prebiyotikleri, yani yararlı mikropları öldürüyor ve hastalık yapan mikropların üremesine yol açıyor. O nedenle biz ‘Güveniyorsanız sokak sütçüsünden de süt alabilirsiniz’ diyoruz.

- Öyleyse gönül rahatlığıyla çocuklara süt yerine ayran dağıtılsın da diyemiyeceğiz?

Hayır. Ayran iyi bir şey. Ama hangi ayran dağıtılacak, orada bir sorun var. Çünkü ekşiyebilen, doğal bir ayran olması lazım.

Herkes suçu sigaraya atıyor ama...

- Bir de siz sütün boyu uzattığını, ama bunun iyi bir şey olmadığını söylüyorsunuz...

Evet, süt boyu uzatır. Özelikle de UHT’li süt. Çünkü içinde vücudumuzdaki ‘İGF-1’ dediğimiz büyüme hormonuna benzeyen bir madde var. Büyüme iyi bir şeydir ama sınırlanmalıdır. Eğer sindirim sistemimiz düzgün çalışıyorsa, bu hormonların çoğu daha kana geçmeden tahrip olurlar. Fakat süt ısıl işlemden geçtiyse, homojenize olduysa, küçülen yağ parçacıkları ‘İGF-1’in etrafını sarar, böylece onu mide sıvılarından koruduğu için kana direk olarak geçmesine yol açar. Bu büyüme hormonu kanımızda zaten var, bu sütleri içince bu hormonu fazladan almış oluyorsunuz. Unutmamalı ki, hızlı büyüme olunca kanser de hızla gelebilir! Bu şekilde boy uzatmak ne kadar sağlıklı onu düşünmek gerekir. Zaten kanser de en çok uzun boylularda görülür.

- Kanserin bu kadar artmasının sebeplerinden biri de çok fazla süt içmek o zaman?

Tabii... Ama en büyük sebep tarım ilaçları ve deterjanlardan, şampuanlardan aldığımız kimyasallar. Son yıllarda herkes suçu sigaraya atıyor. Oysa sigara tüketiminde son yıllarda muazzam azalma olmasına rağmen, kanserde muazzam artış var. Tabii ki sigara kansere sebep olabilir ama bütün suçu ona yüklemek son derece yanlış! Bir yığın sigara içmeyen insan da kansere yakalanıyor. Herkes hasta! Ve gittikçe yaş olarak da erken evrelere geliyor. Kanserde konuşulacak bir yığın şey var. Ama şunu unutmayın; kanserin en sevdiği şey şekerdir. Şeker dışında hiçbir şey kullanamaz kanser dokusu. Bu yüzden rafine şekeri hemen çıkartmamız lazım beslenmemizden!

Kanserin en sevdiği şey şekerdir!

- Prof. Kenan Demirkol yaptığımız söyleşide, “Çocukluk çağı kan kanserinin en önemli nedenlerinden biri sebze meyvedeki tarım ilacı kalıntısı. Ama yıkamakla tarım ilacı kalıntısının yüzde 40’ı geçiyor, yüzde 60’ı tahta fırçasıyla da fırçalasanız gitmiyor” demişti...

Çok doğru, geçenlerde katıldığım bir TV programı için yapılmış bir araştırmada pazarda satılan sebze meyvenin yüzde 70’inde, meşhur bir markette satılanların ise yüzde 40’ında toksik madde çıktı. Bütün bunları söylediğimiz zaman, millet felaket tellalı muamelesi yapıyor bize. Sirkeli suyla yıkayalım, tamam ama üstteki tarım ilacı kalıntısı gidiyor. İçindeki ne yaparsanız yapın kalıyor.

- Çoğu insan tarım ilacı kalıntısının sebze piştiğinde gittiğini sanıyor...

Hep söylüyoruz, anlatıyoruz ama maalesef öyle biliyorlar. Bakın bizim çocukluğumuzda buzdolabı falan yoktu, peynir, zeytin tel dolabın içine konurdu. Tabii oraya böcek, fare gelirdi. DDT sıktırılırdı o peynirlerin, zeytinlerin üzerine. Ne derlerdi biliyor musunuz? “DDT böceklere zarar verir, insanlara hiçbir zarar vermez!” DDT’yi bulan adam da NOBEL almıştı. Sonra 1960’lı yıllarda DDT’nin Avrupa’da böcekler için bile kullanılması yasaklandı. Türkiye’de ise ancak 1970’li, 80’li yıllarda yasaklandı.

- Hâlâ DDT kullanıldığı söyleniyor...

Artık çok büyük ölçüde yok. Ama şu var; biz DDT’nin nesilden nesile geçtiğini biliyoruz, görüyoruz. Birçok bebeğin annesinin sütünün içinde DDT çıkıyor mesela. Yıllar sonra bile...

Tel dolaptaki peynire, zeytine bile DDT sıkılırdı!

Söz tarım ilacının zararlarına gelince, yakın tarihten çok çarpıcı ve üzücü bir örnek veriyor Prof. Ahmet Aydın: “Bundan 60 yıl önce de DDT’nin insan sağlığına hiçbir zararı olmadığını buyurdular. ‘Böcekleri öldürür, insana hiçbir zararı yok’ dediler. Anadolu’da köylülerin üzerine DDT sıktılar, bit, pire ölsün diye... Çocukluğumda insanlar tel dolaptaki peyniri, zeytini bile DDT ile ilaçlandılar ki böcek, fare dadanmasın diye... Biz bunları yedik! Sonra öğrendik ki en tehlikeli kanserojenlerden biri... O DDT’ler kaç kanser hastasının katili oldu kim bilir? Bir faydası olmadığı gibi erkekte iktidarsızlığa, hafıza kayıplarına ve kas tahribatına yol açan kolesterol ilaçları için de aynı fetvayı vermişlerdi... Sonra gördük ki, bu ilaca onay veren heyetteki 12 kişiden 8’i ilaç firmalarının danışmanıymış!”

İşte böyle bir danışıklı dövüş yaşanıyor sağlıkta, üstelik insan hayatını hiçe sayan... UHT’li süt, tarım ilacı kalıntısı gibi konuları tartışırken bu örnekleri dikkate almak gerek... Hele ki sağlıklı nesiller yaratmak istenirken!

Türkan Şoray ve Cüneyt Arkın’ın yüzleri neden güzel?

- Hocam, 7’den 70’e Taş Devri Diyeti kitabınızda günümüzde gençlerin yüzlerinin daraldığını, fiziklerinin bozulduğunu söylüyorsunuz. Sonra da Türkan Şoray ve Cüneyt Arkın’ın yüzlerinin neden güzel olduğunu anlatıyorsunuz. Oysa bana yeni nesil daha da güzelleşiyor gibi geliyor...

Fark etmişsinizdir, yeni neslin yüzü genellikle eskilere oranla daha dar ve uzun. Yüzler daraldıkça insanlar da çirkinleşiyor. Yeni nesilde daha çok diş şekil bozukluğu, daha çok geniz eti, bademcik ve sinüs iltihabı oluyor. Daha fazla burun kemiği eğriliği var.

- Yüz şekli nasıl oluyor da bu tür hastalıklarla ilişkili olabiliyor?

Bu konuyu dünya literatüründe en iyi inceleyen kişi olan Dr. Weston Price, çok sayıda karşılaştırmalı fotoğrafla bunu kanıtlamış. Geleneksel ve doğal gıdalar yerine doğal olmayan, rafine gıdalarla beslenen topluluklarda yüz yapısı bozuluyor. Çünkü doğal olmayan gıdalar yenmesi kemiğin tam kapasiteyle büyümesini engelliyor. Doğal gıdalarla, yani et, yoğurt, sebze, meyve ve kuruyemişlerle beslenenlerde ise diş ve kafatası yapısı mükemmel gelişiyor. Kalitesiz, işlenmiş gıdalarla beslenmek bütün kemiklerde olumsuz etki yaratsa da bu durumdan en çok üstçene kemiği etkileniyor. Üstçene kemiği burundaki havayollarının yüzde 85’ini, burun sinüslerinin de tamamını oluşturuyor. Üstçene kemiği yeteri kadar gelişmemiş kişilerde geniz eti oluyor, burun yolu daraldığından bu kişiler ağızdan nefes alıyorlar. Ağızdan nefes alma ise, baş ağrısı, hipertansiyon, altını ıslatma, kronik kulak ve sinüs enfeksiyonları, uyku bozuklukları, uyku sırasında nefes durması, horlama ve cinsel iktidarsızlık gibi pek çok komplikasyona yol açıyor.

Tatlıses gibi bir ses için doğal beslenmek gerekir

- Siz güzel sesli şarkıcıların da azaldığını söylüyorsunuz...

Evet, ağız kubbesinin yuvarlaklığı azalıp, daraldıkça akustikliği de bozuluyor. Güzel sesli şarkıcılar arasında yüzü dar olan yok gibidir. Muazzez Abacı, İbrahim Tatlıses, Zeki Müren, Bülent Ersoy, Pavorotti ve Elvis Presley gibi...

NOT: Eğer, daha fazla bilgi istiyorsanız ve “Tereyağlı, biberli, etli kapuska prostat kanserine karşı nasıl koruyor?” ya da “Çocuğunuza neden sosis yedirmemelisiniz?” gibi soruların yanıtlarını merak ediyorsanız, Prof. Ahmet Aydın’ın “7’den 70’e Taş Devri” kitabını mutlaka okuyun. Aydın, sadece hastalıklara karşı korunma kalkanı olsun diye yazmamış bu kitabı. Aynı zamanda hastalık baş gösterse bile doğru bir diyetle ve olabildiğince ilaç kullanmadan, kanser, kısırlık, astım, hipertansiyon, migren, Alzheimer gibi hastalıkların nasıl tedavi edileceğini bilimsel olarak ortaya koyuyor. Bu yüzden pek çok doktorun da başucu kitabı... Göreceksiniz, elinize alır almaz sizin de başucu kitabınız olacak! 
 
 
GAZETE VATAN

20120505

* EGZERSİZ İLAÇTIR....

http://www.sohbeteli.com/wp-content/uploads/2012/03/egzersiz.jpg
Melike Karakartal

4 Mayıs 2012
Egzersiz ilaçtır (1)

Gün içinde ne kadar hareket ediyorsunuz?

Tek aktiviteniz aracınızın kapısını açmak, mutfağa gidip su içmek veya mouse’ınıza tıklamak ise “Niçin başım hastalıktan kurtulmuyor?” ya da “Diyet yapıyorum, her şeyime dikkat ediyorum, niçin kilo veremiyorum?” diye sızlanmayınız.
Malum, şehir hayatı içinde hareket etmemek için bahane çok.
Yarım saat yürüyüş yapacağınıza, dizi izlemeyi, bilgisayarda vakit geçirmeyi, bir kafede oturup laklak etmeyi, ya da hiçbir şey yapmadan oturmayı tercih ediyorsunuz.
Belki yaptığınız tercihlerin kendinizi daha iyi hissetmenize sebep olacağını düşünüyorsunuz fakat yanlış seçim.
Yorucu bir günden sonra kendinizi evde koltuktan koltuğa atmak yerine yarım saat yürüyüş yapmayı başarırsanız, enerji seviyenizin hiç olmadığı kadar yükseldiğini fark edersiniz...
Genellikle “yorgunluk üzerine yorgunluk, spor yapılmaz şimdi” düşüncesiyle ertelenen günlük egzersizler, esasında vücudun ve beynin yapısal özelliklerinden ötürü açlık duyduğu bir konu, sevgili oturdukça oturan Habitus okuru.
Bakınız, fiziksel olarak aktif bir yaşam için programlanmış insanoğlu, 150 yıl önce günde 30 bin adımdan fazlasını atarken şimdi bu rakam sadece 3 bine düşmüş durumda.
3 bin adım atan da “aktif” sayılır, size o kadarını söyleyeyim...
Zira ofis hayatı ve otomobille ulaşım ekseninde dönüyorsanız, bu da günde ortalama bin adımı ancak buluyor.
Bin adım atmak da, oturduğumuz yerde çürüdüğümüz anlamına geliyor.
“Vücudumuzu terk edilmiş metruk bir bina gibi kullanıyoruz” demek oluyor... 
Hareket etmediğimiz için o bina paslanıyor, kırılıyor, organizmalar sarıyor, dış etkenlerden çabuk etkilenir hale geliyor... Öyle ki, şişmanlamak bu sürecin bir sonucu aslında.
Vücudumuz aldığı enerjiyi en doğru biçimde kullanır ve fazlasını depolarken, ona hareket etme, enerji harcama şansı tanımadığımız için sadece “depolama” görevini layıkıyla yerine getiriyor.

Hareketsizliğin bedeli: Hastalık

Bakınız Aktif Yaşam Derneği neler söylüyor:
- Dünya Sağlık Örgütü’nün raporlarında, fiziksel inaktivite bir çok ülkede hızlı bir şekilde yaygınlaşıyor ve kanser, kalp-damar hastalıkları, şişmanlık, tip2 diyabet, kemik erimesi gibi bir çok hastalığın artışına neden oluyor.
- Fiziksel inaktivite yılda bütün dünyada 3.2 milyon insanın ölümüne yol açıyor. Hareketsizlik, yaklaşık yüzde 30’u diyabet ve kalp hastalığı olmak üzere, 60 yaş altında 670.000 kişinin erken ölümüne sebep oluyor.
- Hareketsizlik, global düzeyde ölüme neden olan risk faktörleri arasında dördüncü sırada.
- Göğüs ve kolon kanseri vakalarının yüzde 20-25’i, diyabetin yüzde 27’si ve iskemik kalp hastalığının yüzde 30’unun fiziksel inaktiviteden kaynaklandığı bildiriliyor.
Yediğinize, içtiğinize, bedeninize soktuğunuz besinlerin niteliğine, kalitesine istediğiniz kadar dikkat edin.
Eğer az hareket ettiğiniz bir hayatınız varsa, tüm emeklerinizi çöpe atıyorsunuz demektir.

Yarın: Nasıl hareket etmeyi becereceğiz? Hangi hareketleri yapacağız ve bunu günlük rutinimiz haline nasıl getireceğiz?

  


     
 Egzersiz ilaçtır (2)

Dün hareketsizliğin bize neye mâl olduğunu konuştuk. Bugün de ne yapmamız gerektiğine, hayatımızın içine hareketi nasıl katabileceğimize bakalım sevgili bakkala bile giderken otomobile binen üşengeç Habitus okuru.

Hafta sonu kahvaltını yaptın. Kahveni içiyor ve göbeğini sıvazlayarak gazete okuyorsan, sana gazeteni okuman ve kahveni bitirmen için yarım saat daha veriyorum. İşin bitince eşofmanlarını ve spor ayakkabılarını giyecek, sokağa çıkacaksın. Yok evde yapılacak işler var, yok televizyon izleyeceğim, yok gezmeye çıkacaktık, yok sevgilimle buluşacağım, ben anlamam.
Tüm işlerin bir 45 dakika beklesin. Şimdi beraber yürüyüşe çıkıyoruz.
Nasıl yürüyeceğim diyorsan, http://www.aktifyasam.org.tr/yayinlar adresine girip “Yetişkinler için fiziksel aktivite rehberi”ni bilgisayarına bir güzel indiriyorsun. Burada sadece yürüyüş değil, dayanıklılık, kuvvet, denge ve esneklik egzersizleri de bulacaksın. Faydalanmanı öneririm.
Hafta sonu cumartesi ve pazar günü yürümek konusunda anlaştıysak –itiraz istemem-, hafta içi günlerine geçiyorum:
Öncelikle, işine varmak ve işten geri dönmek için kullanabileceğin alternatifin varsa ve “otomobilimin rahatlığından vazgeçmem” diyorsan, seni kınıyorum. Demek her sabah ve her akşam toplam üç saat trafik çekmeye ve hiç hareket etmeden yaşamaya gönüllüsün. Hayatın boyunca boşa harcayacağın 40 bin saatin var demek. Vay be... Ömrünü trafikte harcamaya değer yani.
Eve geldiğinde kendini çok yorgun hissediyor, kımıldayacak halin olmuyorsa, bunun bir kısmının psikolojik olduğunu söylemek isterim.
Ama bu, çocukların sütten toplu zehirlenmesinin “psikolojik” olması gibi bir şey değil, onu baştan diyeyim.
Gün içinde sabahtan akşama kadar bilgisayar başında iş yapmanın kasların üzerinde bir etkisi yok.
Fiziksel olarak yorgun olamazsın sevgili Habitus okuru. Kendimizi kandırmayalım.
Ancak aç veya uykusuz olabilirsin, ona da artık erken yatarak çare bulacaksın. Uykusuzluğun sebep olduklarını daha önce konuşmuştuk hatırlarsan. Hatırlamıyorsan seni 18 Nisan’ın Habitus’unu okumaya davet ediyorum: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20374019.asp

Evde de durmak yok!

Benim çocuğum var, evde işlerim var, hakikaten vaktim yok diyeceksen, hiç deme sevgili bahaneci Habitus okuru. Maşallah, her şeye de cevabın var.
Eğer “Evden çıkamam, çocuklarım okulda verilen sütten psikolojik olarak zehirlenmiş olarak dönebilirler, onlarla ilgilenmem lazım”, “İşlerim ofiste bitmiyor, evde de çalışıyorum”, “Kemiklerim sızlıyor evladım” gibi şeyler söyleyeceksen, onları da deme. Eğer hasta değilsen, evde egzersiz yapmaya engel olacak gerçek bir bahane henüz icat edilmedi sevgili ayva göbekli, can simitli Habitus okuru.
Leslie Sansone isimli bir fitness eğitmeni, “Walk at home” (Evde yürü) hareketi başlatmış. Açıyorsunuz YouTube’u, “search” kısmına “Leslie Sansone, walk at home”, yazıyorsunuz, (www.walkathome.com da olur) gördüğünüz egzersizleri evinizde her gün hiiiiiç bahane üretmeden yapmaya başlıyorsunuz.
Bakınız, okurum Ebru Algül “Dizi seyrederken, çocukları salıncakta sallarken bu hareketleri yapıyorum ve günde 10 bin adıma rahatlıkla ulaşıyorum” diyor.
150 yıl önceki atalarımız gibi günde 30 bin adım atmamız zor ama 10 bin de günümüz ev-ofis insanları için hiç fena bir rakam değil, ne dersiniz?

HÜRRİYET